(published  in  the  website  of  the  group  Toplumsal Ekoloji Grubu)

Pazarların Avrupa' sına Doğru

TAKIS FOTOPOULOS

 

Avrupa'nın entegrasyonu süreci haziran ayında (1997), yüzyılın başında Avrupa ülkelerinin birçoğunun Ekonomik ve Parasal Birliği (Economic and Monetory Union [EMU]) ile sonuçlanabilecek yeni bir evreye girdi. Bu birlik, hiçbir şekilde, eski sosyalistlerin "Halkların Avrupa'sı" rüyasını temsil etmemektedir. Geleceğin federal devleti inkar edilemeyecek bir gerçek olsa dahi, birlik ulusların bir süper ulusun içerisinde erimesini dahi temsil etmemektedir. Temsil ettiği şey; halihazırdaki baskın uluslararası pazar ekonomisinin bütünleyici bir parçası olarak, bir Avrupa pazar ekonomisinin yaratılmasıdır. Bu sürecin nasıl başladığı, entegrasyon için hangi faktörlere gereksinim duyulduğu ve EMU'nun, entegrasyon kararını almış ekonomik elitlerin karşısındaki Avrupa halkları için ne anlama geldiği, bu makalede cevabı aranan soruların bazılarını oluşturmaktadır.

 

1. Uluslararasılaşma Karşısında Devletçilik

Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonraki çeyrek yüzyılı karakterize eden iki temel ve birbiriyle çatışan eğilimlerden birincisi devletçiliğin genişlemesi (ekonomisini ve üretim seviyesini, işsizlik vb.ekonomik aktivite düzeyini doğrudan belirleme amaçlı, kendini-düzenleyen pazar mekanizması ile geniş bir girişim içinde olan aktif devlet kontrolü anlamında), ikincisi pazar ekonomisinin genişleyen uluslararasılaşmasıdır. Devletçiliğin genişlemesi yalnızca ekonomik elitlerin, ekonomik büyümeyi ve karlarını bir maksimuma artışını sağlayan artan iç talep koşullarını yaratmak için devlet aktivitesine bağımlı olmasını yansıtmaz. Aynı zamanda, özellikle refah devletinin genişlemesi formunda ve devletin kendisini tam istihdama adaması olarak, Avrupalı halkların savaş öncesinin kitlesel işsizlik, fakirlik ve mahrumiyet toplumundan daha farklı bir toplum yaratma arzularını da yansıtır.

Buna karşın devletçiliğin savaş sonrası genişlemesi çok önemli ekonomik etkilere sahipti. Üretim maliyetinde uzun dönemde artışa neden oldu: doğrudan bir şekilde, çünkü refah devletinin genişlemesi işveren sorumluluklarının ve vergilerin artan ağırlığı anlamını taşıyordu; dolaylı olarak, çünkü yaklaşık tam istihdam koşulları altında örgütlenmiş işçi sınıfı, verimlilik artışından daha fazla bir ücret artışı için başarılı bir baskı oluşturabilmişti. Özellikle, 1968-73 döneminde, realitede sendikaların bürokratik liderliği tarafından kontrol edilemeyen, ücretlerin hızlı bir artışına yol açan ve haddini aşan karları dengeleyen kitlesel grev hareketleri olduğunda, kapitalist üretimi kontrol edenler açısından bu acı verici bir problem oluşturdu.

Savaş sonrası dönemin hemen ertesinde devletçiliğin hızla genişlemesine karşın, büyü-ya da-öl dinamiğinin bir sonucu olarak pazar ekonomisinin genişleyen uluslararasılaşması, hem dünya ölçeğinde (GATT, rounds of tariff reductions[Gümrük Tarifeleri Antlaşması]) hem de yerel ölçekte (EEC, European Economic Community[Avrupa Ekoomik Topluluğu] ; EFTA, European Free Trade Agreement [Avrupa Serbest Ticaret Antlaşmas]) etkin bir şekilde desteklendi. 20.yüzyılın ilk yarısını karakterize eden ve iki dünya savaşına yol açan eski ulusalcı rekabetler, 'reel sosyalizm'in ve Üçüncü Dünya ulusalcı özgürlük hareketlerinin genişlemesi nedeniyle çarçabuk hasıraltı edildi. Bunun sonucunda başı çeken kapitalist ülkeler arasındaki ticari rekabetler yerlerini ticaretin hızla genişlemesine (asıl olarak kendi aralarında) terkettiler ve böylelikle 1970lerin başlarına gelindiğinde Avrupa'da tüketilen üretim mamullerinin 1/6sı ithal malı haline geldi. Bundan sonra ekonominin uluslararasılaşması giderek daha fazla ivmelendi.

Fakat artan uluslararasılaşma, pazar ekonomisinin genişlemesinin iç pazardan ziyade dünya artan bir şekilde pazarının genişlemesine güvenmesi gerektiğini işaret etmekteydi. Bu ise devletin ekonomik rolüne ilişkin çok önemli imalar taşımaktaydı. Sermayenin birikimi, öncesinde olduğundan çok daha fazla dünya pazarına bağlı olmaya başladığından, devletin iç pazarı genişletmesi eskiden olduğu kadar önemli olmuyordu artık. Rekabet; birikim ve ekonomik büyüme ile ilgili olarak, iç pazar talebinin hükümet harcamalarıyla doğrudan genişletilmesinden çok daha fazla bir rol oynamaya başladı. Serbest ticaret koşulları altında rekabetçilik, yalnızca artan ihracat büyümesi bağlamında değil, aynı zamanda iç ticaret aktivitesi seviyelerinde ciddi yansımaları olan ve işsizliğe yol açan ithalat bağlamında da hayati önemdedir. Bu bağlamda ekonominin tedarikçi tarafının içinde bulunduğu hakim koşullar, özellikle üretim maliyetleri ile ilgili olarak, kritik hale geldiler. Bu, üretim maliyetinin hem işgücü hem de işveren vergileri ve sigorta primleri anlamında bu denli finansal sıkıştırıcı olmasının nedenidir. Üretim maliyetinin finansal sıkıştırıcılığı, devletçilikte büyük oranda bir küçülmeyi içermektedir. Bu devletçilik ile uluslararasılaşma arasındaki çatışmanın nasıl çıktığını göstermektedir.

Devletçiliğin genişlemesinin ve artan uluslararasılaşmanın ortak etkisi 1970lerin başlarındaki kriz oldu. Kriz, genelde geliştirilen kısa-dönemli görüşün aksine, esas itibarı ile petrol krizi nedeniyle değil uzun-dönemli yapısal değişim nedeniyle patlak verdi. Kriz, pazar ekonomisinin uluslararasılaşma seviyesinin, bu nedenlerden dolayı, devletçilikle bir arada yürütülememesidir. Bu ulus-devletin etkin ekonomik kontrolünün; malların göreceli olarak serbest olması ve Euro'nun geçerli olduğu pazarların (fiili olarak) aniden patlaması ile sermayenin yüksek dolaşımı nedenlerinden dolayı, artık neredeyse imkansız olduğu gerçeğinin göstergesiydi. Bu gelişmelerin nihai etkisi, kendi amaçları ile uyuşmayan ulusal ekonomi politikalarının altını oyan, uluslararası şirketleri serbest bırakma zorunluluğu oldu.

1970lerin başlarındaki ekonomik kriz, neoliberalizmin yükselişine neden olan uluslararası para sisteminin çöküşü ile kötüleşti. Yine de vurgulanması gereken, neoliberalizmin yükselmesinin, sosyal-demokratların iddia ettikleri gibi, konjonktürel bir olay olmadığıdır. Neoliberal politikaların hükümette olsun olmasın, hem muhafazakar hem de sosyal demokrat partiler tarafından desteklenmeleri ve neoliberalizmin temel elementlerinin son dönemde reforme edilen EEC (Single Market Act, The Maastricht Treaty)ile olduğu kadar dünya ekonomisini kontrol eden uluslararası kurumların (IMF, Dünya Bankası) stratejileri ile de içiçe geçmiş olduğu gerçeği, bizleri realitede artık cansız olan sosyal-demokrat uzlaşmanın yerini almış olan neoliberal uzlaşmayla karşı karşıya getirmiştir. Daha da ötesi, Doğu'da 'reel sosyalizm'in ve buna paralel olarak Batı'da sosyal demokrasinin (seçimlerde-yapısal nedenlerden dolayı-küçülmesinin bir sonucu olarak) çöküşü, pazarlaşma sürecinin tamamlanmasının politik koşullarını yarattı. Bu yalnızca saf 19.yüzyıl liberalizmine dönüş anlamına gelmez. Aynı zamanda pazarın rolünün maksimizasyonu, kar ve büyümenin maksimum etkinliğinin korunması için sosyal kontrolün minimizasyonu anlamına da gelir.

Neoliberal uzlaşma ekonomik, politik, ideolojik ve kültürel düzlemlerde çok önemli içeriklere sahiptir. Ekonomik düzlemde, bu yeni uzlaşma devletin artık ekonomik bir rol oynamayacağı anlamına gelmemektedir. Liberalizm / Neoliberalizm, laissez-faire ile karıştırılmamalıdır. Tarihsel olarak kendi-kendini düzenleyen pazar sistemini, bir şekilde yaratan devletin kendisidir ve devletin bazı müdahale şekilleri kapitalist sistemin düzgün işlemesi için daima gerekli olmuştur. Devletin bugün ekonominin tedarikçi tarafı ile ilgili olarak hayati bir rol oynaması ve özellikle de rekabetçiliği geliştirecek ölçümler oluşturması, yeni teknolojinin gereklerine göre işgücünü eğitmesi istenmektedir. Bu nedenle neoliberal uzlaşmanın, karma ekonomi anlamında sosyal demokrat bebeği öldürdüğünü söylemek doğru değildir. Gerçekte daha kötü bir şey yapmıştır. Karma ekonominin içeriğini yeniden tanımlayarak onu ekonomik elitlerin çıkarlarına daha fazla hizmet edecek hale getirdi ve 21.yüzyılın eşiğinde, 19.yüzyılın başlarında yaygın olan aynı sosyal adaletsizlik ve eşitsizlik koşullarını yeniden üretti!

Bununla beraber, vurgulanması gereken, yukarıdaki rolün ekonominin tedarikçi tarafı olarak artık ulus-devlete düşmediğidir. Pazarlaşma sürecinin uluslararasılaşma fazı, bireysel ulus-devletlerin ekonomik rollerinin ulusüstü kurumlar lehine azaltılması olarak devasa ekonomik blokarın yaratılması anlamına gelir. Bu görüşler ile ilgili olarak EEC'yi ele alırsak, ilgili süreçlerin halihazırda başladığını, fakat Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA) ve hala resmi olmayan Uzak Doğu bloku için geçerli olduğunu söyleyebiliriz.


2. Günümüzdeki Avrupa Entegrasyonunun Çıkmaz Sokağı

Avrupa'nın entegrasyonu pazar ekonomisinin uluslararasılaşmasının yan ürünüdür. Sermayenin ve malların serbest dolaşımı öncelkle tek bir pazara entegrasyonu sağladı ve şimdi de tek bir para birliğine entegrasyonu zorunlu kılmaktadır. Bu şekilde Batı Avrupa'nın Kuzey Amerika ve Uzak Doğu blokları ile rekabetini devam ettirmesi mümkün olmaktadır.

1950lerde Roma Antlaşması ile başlayan entegrasyon süreci, 1993te yürürlüğe giren Single Market Act (Tek Pazar Yasası) ile son birkaç yılda ivmelendi, Roma Antlaşması'nın yerini alan ve bu yıl (1997) yenilenen Maastricht Antlaşmasının yüzyılın sonuna değin yürürlüğe girmesi beklenmektedir. Entegrasyon sürecinin ivmelenmesi pazar ekonomisinin büyüyen uluslararasılaşması ve Üçlü'nün diğer iki üyesi(Kuzey Amerika ve Uzak Doğu) ile rekabetin şiddetlenmesi nedeniyle zorunlu hale geldi. İvmelenme sürecini destekleyenler 21.yüzyılın şimdi doğmakta olan aşırı-rekabetçi uluslarası pazar ekonomisinde yalnızca kıtasal boyuttaki bir pazarın güvenliği ve Avrupa sermayesinin devamlılığı için gerekli olan ekonomik ölçeği sağlayabileceğini iddia etmektedirler. Ve şüphesiz geçtiğimiz onyıllık sürede Avrupa ülkeleri ve Üçlü'nün geri kalanı arasındaki uçurum oldukça açıldı; açılan uçurumun karakteristik bir belirtisi, 1980 ve 1994 seneleri arasında ABD'nin dünya ihracatındaki payının yalnızca %2 düşmüş ve Japonların payında %31lik kütlesel bir artış olmuşken aynı dönemde Avrupa Birliği'nin payının yaklaşık %7 oranında azalmış olmasıdır. Avrupa'nın hatasının temel nedeni uzun bir süre rekabetçiliklerinin diğer bölgelerin rekabetçiliklerinin arkasında kalması gerçeğidir-bu gerçek Anglo-Amerikan ve Uzak Doğu modellerinin karşısındaki 'kıtasal' pazar modelini karakterize eden çok daha yüksek derecedeki devletçilikle bağlantısız değildir.

Son onyıldaki neoliberal eğilimin canlanmasını takip eden sosyal-demokrat uzlaşmanın çöküşü, yerine paralel bir ulusüstü kontrol mekanizması yerleştirmeksizin-parasal kontrol hariç-ekonomik aktivite üzerindeki ulus-devlet kontrolünün radikal bir şekilde azaltılması ile tanımlanabilecek, Avrupa Birliği'nde baskın bir eğilim olarak gelişmiş olan bir ekonomik birlik anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, ABnin yönetici gücü kendisini girişimci aktiviteyi engellemeyen, aynı zamanda çevrenin korunması ve toplumsal alan için bazı minumum garantileri sağlayan (ki bunlar neoliberal uzlaşmanın gereklilikleri ile bağdaştırılabilir) homojen bir kurumsal çerçeve ile sınırlamaktadır. Böylece Tek Pazar Yasası Maastricht Antlaşması ile birlikte, sosyal-demokrat uzlaşma tarafından oluşturulan serbest rekabetin önündeki 'kurumsal' bariyerleri devre dışı bırakarak, amaçları olan rekabetçiliği geliştirmektedir. Bu kurumsal bariyerler tam istihdam, mali problemler yaratan büyük refah devleti, işçi sendikalarının 'kısıtlayıcı eylemleri' ve her zaman ekonomik etkinliği artıracak mikro-ekonomik kriterler temeline dayanmayan halk şirketlerini emniyete alan Keynesyen tipteki devlet müdahaleciliği idiler.

Bu nedenle, Maastricht Antlaşması'nın temel amacı bu kurumsal bariyerlerin göstergelerine, özellikle enflasyona ve devletçiliğin genişlemesi ile ortaya çıkan devasa halk sektörünün hesap açıklarına saldırmaktı. Böylelikle EMU, şüphesiz tek pazar olarak, halkların entegrasyonunu ve hatta devletlerin entegrasyonunu bile değil yalnızca serbest pazarın entegrasyonunu ifade eder. Dahası serbest pazarlar yalnızca malların, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımı anlamına değil, aynı zamanda heryerde devletin ekonomik aktivitesini kısıtladığı kadar fiyatların ve ücretlerin serbest formasyonunun önündeki bariyerleri de devredışı bırakan 'esneklik' anlamına gelmektedir. Ve bu, gerçekte, AB'nin yeni kurumsal özünün çerçevesini karakterize eden neoliberal uzlaşmanın özüdür; yani radikal amacı AB ekonomisinin daha fazla pazarlaştırılmasıdır. Bu nedenle bu yeni kurumların amacı açıktır: örgütlenmiş sermayenin özgürlüğünü, onun heryerde faal olabilme yoğunluğunu maksimize etmek ve örgütlenmiş iş gücünün özgürlüğünü her türlü yolu kullanarak ve özellikle işsizlikle tehdit ederek minimize etmek.

Ekonomik aktivite ve istihdam (bu gerçekte 'birleşme' kriteri tarafından empoze edilen mali özgürlüğün ortadan kaldırılmasından aşama aşama uzaklaşmaktır) üzerindeki ulusalcı ekonomik kontrolün, tam istihdamı garanti altına alacak Avrupa kontrolündeki bir ekonomik aktivite tarafından devralınmaması önemli bir göstergedir. Oysa rekabetçiliğe ve Avrupa semayesinin kar marjlarını doğrudan tehdit eden enflasyona karşı savaş yapılırken ve hatta yeni ulus-üstü kurumların (ortak merkez bankası) yaratılması için kaynak tedariki yapılırken, işsizliğe karşı olan savaş pazar güçlerine bırakıldı. Sonuçta çöken ulusal refah devletinin yerini alacak, temel gereksinimlerin(sağlık, eğitim, sosyal güvenlik vb.) sağlanmasını garanti edecek ve 50 milyon insana ulaşan 'Avrupa fakirliği'ni esaslı olarak düşürebilecek bir minumum geliri herkese garanti edebilecek bir genel sosyal politika yoktur. Bundan dolayı ABD ve Japonya'yı yakalamak için geliştirilen rekabetçiliğin çıkarına, Avrupa ideali bugün bir tür 'Amerikalılaştırılmış Avrupa'ya' dejenere olmuştur, burada lüks ile uç fakirlik yan yanan durmakta ve toplumun %40' ının konforlu yaşaması geri kalanın marjinalizasyonunun aynadaki yansıması olmaktadır.

EMU düzenlemeleri(ortak merkez bankası, ortak para, birleşme kriteri) gerçekte üye ülkelerin, parasal, mali ve değişim oranları politikasında herhangi efektif ekonomik politikadan yoksun bırakılması anlamına gelmektedir. Mükafat olarak ortak bir güçlü paraya sahip olmak, düşük fiyatlar, uzun-dönemli düşük faiz oranları belirsizliğin ve ortak para tarafından sağlanan işlem harcamalarının ve parasal karmaşanın azalması nedeniyle daha fazla yatırım ve ticaretin bir sonucu olarak daha fazla büyüme görülmektedir. Fakat ulusal girişken mali politikaların (hesap açıkları ve halk borçları üzerindeki kısıtlamalar nedeniyle) ve ulusal para politikalarının yokluğunda, sistemin herbir bileşeninin rekabetçi kalabilmesi için bu üretim maliyetleri mümkün olduğunca düşük tutabilir ve karlardan, kar paylarından mümkün olduğunca fazla girdi yaratabilirdi. Bahsedilen ilk amaç yüksek üretim ve/veya düşük işgücü maliyetleri (işveren katkıları vs gibi dolaylı maliyetleri içeren) yoluyla başarılabildi. Sonraki amaç düşük vergi ve sonuç olarak düşük harcama yoluyla başarılabilir. Sermayeden vergi alınması fikri (refah harcamalarında kesinti yapmak yerine), çokuluslu şirketler diğer ekonomik bloklara veya vergi cennetlerine gideceklerinden dolayı dışarıda bırakıldı. Dahası, daha yüksek kazançlar için daha yüksek vergilendirme de devre dışı bırakıldı çünkü buna 'halinden memnun' azınlık , seçim sonuçlarını belirleyen orta sınıfların içindeki seçmen çoğunluğu tarafından karşı çıkılacaktı.

Bu EMU altında, pazarlar üzerinde diğer etkin herhangi bir ekonomik kontrol yokluğunda, ekonomik yükün işgücü pazarı üzerine düşeceği anlamına gelmektedir. Bu liberalleşmenin amacının niçin işgücü pazarı olduğunu açıklar. Böylelikle birçok önemli kontrol elimine edilmekte (örneğin asgari ücret kanunu, özel sektördeki iş güvenliği) ve diğerleri (örneğin part-time iş üzerindeki ve haksız işten çıkarma üzerindeki kontroller) pazar koşullarına('kirala-ve-yak kültürü') daha uysal, işgücünü daha 'esnek' yapma açık amacı ile önemli ölçüde değiştirilmektedir. Bu kontrollerin zayıflaması, tam istihdam devletinin çöküşü va anti-işçi sendikası kanunları ile birleştiğinde, yapısal işsizliğe yol açan teknolojik değişikliklerin etkilerinin etkili devlet etkinliği ile dengelenemeyeceği anlamına gelmektedir; şüphesiz, işsizlik probleminin düzenlenmesi pazar güçlerine bırakılmaktadır. Dahası neoliberal politikalar, devlet sektörünün kısıtlayıcılığı ile, AB'de 20 milyon marka ulaşan kitlesel işsizlik artışına doğrudan katkıda bulunmaktadır.

Öyle görülüyor ki günümüzdeki kitlesel işsizlik periyodu, pazar ekonomisini sosyal demokrat uzlaşma periyodunun göreli tam istihdam koşullarından kitlesel düşük-ücretli işçiliğin yeni periyoduna hareket ettirecek bir geçiş dönemidir. Bu gelişme hem işgücü pazarının liberalizasyonu hem de politik elitlerin yüksek politik riskler taşıyan ve tamamıyla pazarın/büyüyen ekonominin itibarını sarsacak açık işsizliği indirgeyecek bir tanımlanmış çabayla son bulabilecektir. Böylelikle, 'sosyal pazar' kapitalizmin "Rhineland" modelinin yakın tarihli çöküşünün ardından, Üçlü'deki ülkeler arasındaki vahşi rekabetin rahatlıkla uygun koşulları bu denli fazla açık işsizlikle değil, fakat düşük-ücretli işgücü ile, part-time iş ile ve 'esnek' işgücü pazarı bağlamındaki cotingency iş ile yaratacağı söylenebilir. Bugün bu eğilimin öncüleri bir yandan ABD ve İngiltere, diğer yandan gerçekte 'insani yüzlü bir Anglo-Amerikan modeli" durumu olan "Dutch" modeli ile Hollanda'dır. Bundan dolayı İngiltere ve Hollanda bugün ABD ile yarışan en düşük işsizlik oranlarına sahiptir. Hatta daha da önemlisi, Hollanda ve ABD en son uluslararası rekabetçilik liğinde, Britanya 19unculuktan 12nciliğe sıçradığında en rekabetçi 5 ülke arasındaydılar. Aynı zamanda tüm son raporlar göstermektedir, bu eğilimlerin bir sonucu olarak, full-time işe sahip olan 'şanslılar' ve nüfusun geri kalanı arasındaki eşitsizlik ve güvensizlik hızla büyümektedir.

Dahası, EMUnun değişken etkileri vurgulanmalıdır. Bir genel para ve değişim oranları politikası yalnızca verimlilik, yatırım, altyapı, doğal kaynaklar vb. terimlerle ölçülen ekonomik koşullarda, ancak yüksek derecede bir denge varsa işleyebilir. Denge ne kadar bozulursa, problemler, sistemdeki güçlü ve zayıf hatların arasındaki gerilimin artması nedeniyle artacaktır ve gerilimler, zayıf hatlar geri dönmek için savaşacakları araçlara (koruma, faiz oranlarında değişim, devalüasyon vb.) artık sahip olamayacakları ve işçi ücretlerini düşürmek için şekillenen işgücü pazarındaki daha yüksek 'esnekliğe' ve daha yüksek işsizliğe bel bağlamak zorunda kalacakları için, daha da artacaktır. Ayrıca gelirin güçlü hatlardan zayıf hatlara kitlesel bir transferi AB bütçesinin düşük seviyesi (ABD federal vergi tabanının onda biri) nedeniyle imkansızdır. Böylelikle, yalnızca kaynakların yeniden dağıtımını yapacak bir merkezi mekanizma olmayacak, ayrıca üyeler, ağır ceza korkusu altında sıkı convergence terimlerine uymak zorunda olacaklarından daha düşük bütçe ekonomisine sahip olacaklardır. Böylece, pazar üzerindeki kontrolün aşamalı olarak geri çekilmesiyle, ortalamadan daha yüksek enflasyona ve daha düşük verimliliğe sahip ülkeler ücretleri ve fiyatları aşağı çekmeye zorlayarak deflasyonist önlemler almak zorunda kalacakalrdır. Rekabetçilik artacak ve ekonomik elitlerin karları bozulmamış kalabilecektir.

3. AB İçinde Bir Çıkış Yolu Var Mı?

Bu nedenlerden dolayı, bugün Avrupa'da yerleştirilen kurumsal çerçeve, ekonomisinin yerel ekonomik bağlılığını yıkan ve artan ithalat hacmi ile sürekli ihracat artışının gerçekleştirildiği, uluslararasılaşma sürecine daha fazla bağlı, büyümenin sürekli olduğu bir modeldir. Hem bölgeler arasında (Japonya, ABD ve AB) hem de iç bölgede yer alan bu süreçte, muzafferler katı uluslararası rekabet tarafından gereksinilen, verimlilikteki sürekli artışa izin verecek ürün ve teknolojik tabana sahip en rekabetçi olanlar olacaktır.

Bu problematik dahilinde sosyal demokratların sosyalist ideallere 'ihanet etmek'le ve yeni Avrupa'da şimdi ortaya çıkan neoliberal içeriğe izin vermekle suçlanamayacakları açıktır. Ne de basitçe şimdiki durgunluk suçlanabilir-bazı sosyal-liberaller açısından bu AB üye ülkelerinin Maastricht birleşme kriterini oluşturma çabalarını ile durgunlaştırıcı politikalara adapte etmeleri nedeniyle meydana gelmiştir. Eğer bunun gibi yorumları kabul edecek olursak, bu durumda neoliberal kurumsal çerçevenin değiştirilmesi sadece, ekonomik düzelme bağlamında, sosyal-demokrat uzlaşmanın kurumsal çerçevesine eski konumunu geri verebilecek 'gerçek' sosyalistlerin güç kazanması ile çözülebilecektir. Gerçekte ne içinde varolunan bir ihanet vardır ne de gelecekte 'içinden çıkışın' mevcut olduğu bir radikal kurumsal çerçeve değişimi mevcuttur. Diğer deyişle, eğer biz sosyal demokratları ve onların Yeşil hareketteki takipçilerini hiç sorgulamaksızın kabul edersek, ki bu uluslararasılaştırılmış pazar ekonomisi ve malların, sermayenin, işgücünün daha fazla selbestleşmesiyle rekabetçiliğin sürekli olarak artırılması ihtiyacıdır, o zaman sosyal demokrasinin içeriği zorunlu olarak bugün sosyal-liberallerin desteklediği şey olur.

Bunun böyle olmasının sebebi ise, pazarlaşma sürecinin en son fazını oluşturan uluslarası ekonominin çerçevesi içinde devletin sosyal rolünün minimizasyonunun bir seçim değil, Avrupa sermayesini Uzak Doğu ve Amerikan sermayesi -buralarda sosyal demokrat gelenek olmadığından daha yumuşak kurumsal bariyerlere sahiptirler- ile etkin bir şekilde rekabet edebilmesi için bir ön koşul olduğudur.. Bugün, bundan dolayı, sosyal demokrasi Maastricht-sonrası Avrupa'nın ne ulus ne de ulus-üstü seviyesinde bir anlama sahip değildir. Avrupalı sosyal demokratların halihazırdaki kurumsal çerçeveyi, devletin sosyal rolünü radikal şekilde artıracak bir değiştirme teşebbüsü, Avrupa'yı Japonya ve Birleşik Devletlerden daha az rekabetçi yapacak ve Avrupa sermayesinin kitlesel bir kaçışına (exodus) neden olabilecektir. Ayrıca, yeni bir Avrupa çapında Keynesyanizm, iç Pazar ekonomisinin üst düzey korunmasının izin verdiği bir kendi-kendine yeterli büyüme ile birleştirilmeksizin uygulanabilir değildir. Fakat böyle bir çözüm sistemin mantık ve dinamiğine doğrudan aykırıdır. Aynı nedenlerden dolayı, Maastricht antlaşmasının Avrupa Birliği'ndeki sosyal-demokrat amaçları oluşturmak için yeni bir reddi önerisi, eşdeğer bir şekilde, kelimenin olumsuz anlamı ile ütopiktir.

Ayrıca, 'sosyal pazar'ın artık ulus seviyesinde adaptasyonunun mümkün olmadığı gerçeği ile karşılaşan Avrupalı sosyal-demokratlar, şimdi finans pazarlarını düzenleyecek, sermaye akışlarını kontrol edecek ve diğer bölgelerin liderleri olarak ABD ve Japonya'yı kendi bölgelerinin bir parçası olarak görüp, ilişkilerini daha iyi düzenlemeye zorlayıcı bir rol oynayacak, AB ülkeleri temelinde bir Avrupa 'sosyal' pazarı yaratma önerisinde bulunuyorlar.

Fakat, pazar kontrolü durumu yalnızca bu kontroller basit düzenleyici tipte iseler mümkündür.ABD ve Japonya'nın pazar ekonomisinin işleyişini daha düzgün kılacak bu tür kontrolleri uygulamaya sokmak için anlaşmaya itiraz etmeyecekleri açıktır. Fakat, eğer bu kontroller işgücü ve çevreyi korumak için gerçek toplumsal kontroller biçimini alırlarsa, ne Japonya ne de ABD, Avrupa ve özellikle Alman endüstrisi üzerinde önemli bir rekabetçi avantajdan kendilerini yoksun bırakacak bu kontroller üzerinde anlaşmak için herhangi bir motivasyona (ne de bu ülkelerdeki sosyal-demokrat geleneğin zayıflığı nedenbiyle seçmenlerden gelecek herhangi bir baskıya) sahip olmayacaklardır.

Bundan dolayı, bu tür kontrolleri Avrupa seviyesinde yürürlüğe koymak için tek olasılık Avrupa'nın uluslararası Pazar ekonomisinin dışına çıkmasıdır. Gerçekte, işgücünü ve çevreyi koruyacak bir "yeni korumacılık" durumu, geç dönemde Avrupalı sosyalistler ve çevreciler arasında bir taban kazandı. Fakat, çokuluslu şirketlerin uluslararası Pazar ekonomisinde oynadıkları rol ve onların aktivitelerinin yalnızca bölge-içi değil bölgeler-arası olduğu gerçeği korumacı hareketlerin alınyazısını belirlemektedir. İvmelenmiş uluslararasılaşma (1958-89) dönemindeki karların büyük kısmının bölge-içi ticaretten ziyade bölgeler-arası ticarette olması gerçeği bir göstergedir. Bu nedenle, bölge-içi ticaretin büyümesine karşın, özellikle AB içerisinde, 1958-89 döneminde bölgeler-arası ticarette en büyük ticari akışlar özellikle Kuzey Amerika ve Asya ile olan ticarette artmıştır. Açıktır ki büyü-ya da-öl dinamiği Avrupa(AB) veya Kuzey Amerika(NAFTA) gibi ekonomik blokların sınırları ile, nasıl ulus-devlet ile tarihsel olarak sınırlı kalmadıysa, kısıtlanamayacaktır.

Yeni korumacılık talebi, eğer varolan pazar ekonomisini ve rekabeti bu şekilde varsayıyorlarsa (hem "sol"daki-Yeşil korumacılar hem de sağdaki-ABD'de Buchaman ve diğerleri, İngiltere'de Goldsmith) tarih-dışı ve kelimenin negatif anlamında ütopiktirler. Tarih-dışıdır, çünkü günümüzdeki neoliberal uzlaşmaya ve uluslararası Pazar ekonomisine neden olan yapısal değişimleri ihmal etmektedir. Ütopiktir, çünkü (ister eski ister yeni olsun) korumacılık pazar ekonomisi sistemine müdahale edecek herhangi etkin bir teşebbüsün olmanması, rekabetçi olmaması ve bunlar ginbi sistemin kendi mantığına ve dinamiğine karşı olma nedeniyle sınırlandırılacağı gerçeğini görmemektedirler. Dahası ütopiktir, çünkü ticaretin veya IMF/Dünya Bankası'nın veya kapitalizmin kendisinin 'yeşillenmesini' varsayar, ki bu yalnızca serbest Pazar 'ideolojisi' şeytanlarını ikna etmeye çalışan insanların mevzusudur.

Sonuç olarak, haziranda (1997) Amsterdam'da biraraya gelinmesi planlanan "İşsizliğe karşı Avrupa yürüyüşü" öneri örnekleri gibi, AB'de gözle görülür reformlar yapma talepleri eşdeğer ölçüde ütopiktir. Bu yürüyüşün öncüleri yürüyüşlerle pazar ekonomisine dayalı olmayan alternatif bir Avrupa ile AB'nin yerdeğiştirmesini ve pazarların Avrupası hakkındaki planları için tiksintilerini açıklama çağrısında bulunmak yerine, ücretli gelirlerini düşürmeksizin iş zamanında büyük bir indirim ve refahın farklı dağıtımı-büyük ölçüde vegi yoluyla-için çağrıda bulunuyorlar. Bununla birlikte, bu tür önlemlerin ve özellikle verimliliği negatif etkileyecek olan ücretleri değiştirmeden iş zamanında büyük bir yapılması ekonomik elitler tarafından asla kabul edilmeyecektir; eğer bu talepleri kabul ederlerse Üçlü'nün diğer üyeleri ile rekabette yok olma korkusu ile kolaylıkla karşılaşabileceklerdir çünkü.

Bugün bunlardan dolayı gerçek konu, şimdi olduğu gibi Avrupalı yönetici elitlere politik, ekonomik ve sosyal gücün ait olması değil, onun yerine Avrupalı yurttaşlara ve onların ytopluluklarına şimdikinden tamamen farklı kurumsal bir çerçeve içinde ait olması gerektiğidir. Şu anda, günümüzdeki çok-boyutlu krizden çıkışın tek yolunun uluslararası Pazar ekonomisinin ve onunyan ürünlerinin yerini almayı amaçlayan kitlesel bir özgürlükçü hareketin yaratılması olabileceği, büyüyen ekonominin kendisi tarafından yaratılan değil de, gerçek gereksinimlerini karşılamayı amaçlayan bir içerikli(inclusive) demokrasi (politik, ekonomik,ekolojik,sosyal) üzerine kurulmuş yeni bir radikal kurumsal çerçevesi ile AB olabileceği daha fazla görünür hale gelmektedir. Ekonomik kendine yeterlilikleri ile olduğu kadar Avrupa bölgelerinin politik ve kültürel otonomları üzerine dayalı böyle bir sistemde, yeni ve doğru bir Avrupa 'Topluluğu' kurulabilir.